Doris Lessing’i Okuma Rehberi

2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İngiliz yazar Doris Lessing, 50’den fazla roman, yüzlerce öykü ve şiir, sayısız makale ve denemeleriyle dünya edebiyatında önemli bir yere sahip. 2013 yılında hayata veda eden Doris Lessing en çok romanlarıyla anılsa da anı, bilimkurgu, libretto, hatta çizgi romanlarıyla çok geniş bir okuyucu kitlesine ulaştı. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Zimbabwe’de yaşadıklarının etkisiyle eserlerinde en çok eşitsizliğe, ırkçılığa, erkek egemenliğine meydan okudu. Samimiyet ve masumiyete duyduğu derin hayranlıkla yazdığı bu eserlerinde karakterlerini tüm boyutlarıyla yansıttı. Böylelikle okurların empati yeteneklerini geliştirmelerini sağladı. Başta Altın Defter olmak üzere Şikeste, Büyükanneler, Beşinci Çocuk gibi birbirinden önemli eserlerinde sadeliğin görkemiyle ışıldayan anlatılarda bulundu. Edebiyata yüklediği anlam, insani sorumluluk duygusuyla iç içeydi. Okurlarını hayatın en naif gerçekleriyle karşı karşıya getirirken kendileri hakkında düşünmelerini sağladı. Ofix Blog‘da bugünkü yazımızda, Doris Lessing‘i kısaca tanıtmak ve en güzel 5 Doris Lessing kitabı hakkında bazı bilgiler paylaşmak istiyoruz. 

Doris Lessing kimdir?

Doris Lessing olarak bilinen Doris May Tayler, 22 Ekim 1919 tarihinde İran’ın Kirmanşah bölgesinde dünyaya geldi. Babası İran Kraliyet Bankası‘nda memur, annesi hemşireydi. 1925 yılında babasının işi gereği ailecek Güney Rodezya’ya (bugünkü Zimbabwe) yerleştiler. Babası iyi bir eğitim alması için küçük Doris‘i bir Katolik okuluna gönderdi. Fakat Doris okula uyum sağlayamadı. Bunun üzerine henüz 14 yaşındayken eğitimini kendi isteğiyle sonlandırdı. Hemen ardından evi terk etti ve hayatını sürdürmek için çalışmaya başladı. Hemşirelik, telefon operatörlüğü, katibelik gibi işlerde çalıştı. Eline geçen her şeyi okuduğu bu dönem, edebi kişiliğinin de gelişmesini sağladı. 18 yaşına geldiğinde Zimbabwe Parlamentosu‘nda görev yapmaya başladı. Bu dönemde, ırkçılık karşıtı bir partinin kurulması çalışmalarında da bizzat yer aldı. Zimbabwe’de hayatın her alanına işleyen ırkçılık, Doris Lessing‘in siyasi ve edebi çalışmalarında ırklar arası eşitlik düşüncesini öne çıkarmasına yol açtı. Yazdığı ilk öykülerinden telif almayı başarması, onu özellikle yazarlık alanında daha da cesaretlendirdi. 

II. Dünya Savaşı döneminde Doris Lessing, Güney Afrika’da ırkçılık karşıtı öyküleriyle dikkat çeken bir yazar haline gelmeye başladı. Bu dönemde evlilik kurumunun ve aile hayatının kadınlar için bir “hapishane” olduğuna inansa da aşık olduğu bir çiftçiyle evlendi. İki de çocuğu oldu. Ne var ki, evliliği istediği gibi gitmedi. Bunun üzerine çocuklarını alarak evi terk etti. İlk eşinden boşandıktan sonra Alman göçmen Gottfried Lessing‘le evlendi. Fakat bu evliliği de uzun sürmedi. Çünkü evliliğin kadınlar için “hapishane” olduğuna inanmayı sürdürüyordu. Fırtınalarla dolu hayatı cesur, yenilikçi ve kalender kişiliğinin gelişmesini sağladı. Başından geçen olayları ve ruhundaki fırtınaları eserlerine naif bir dille yansıttı. Yarattığı kadın kahramanların söylediği cümlelerin hemen hepsi Doris Lessing‘in ruhundaki fırtınalardan izler taşıyordu. Hatta bir söyleşisinde, edebiyatın kendisini delirmekten kurtardığını söyledi. Eserlerinin kendisi ve tüm kadınlar için bir terapi sağladığının altını çizdi. 1949 yılında ikinci eşinden ayrıldı ve çocuklarıyla birlikte Zimbabwe’yi terk ederek Londra’ya yerleşti. 

Irkçılığa geçit yok!

Doris Lessing‘in ilk romanı Türkü Söylüyor Otlar isimli romanıydı. Henüz 30 yaşındayken yayınladığı bu roman, Lessing‘in tüm yaşamı boyunca savunacağı ırkçılık karşıtı düşüncelerinin adeta bir özetiydi. Romanda Güney Rodezya’nın vahşi tropikal doğasını ve özellikle ırkçı uygulamalarını satırlarına gerçekçi bir dille taşıdı. Beyaz adamın Afrika’ya getirdiği ırkçılık, tüm toplumsal dokularda derin kırılmalar meydana getirmişti. Çeşitli önyargılar ve ikiyüzlülükle yetiştirilmiş karakterlerin birbirleriyle çatışmaları, aynı zamanda da adına “modern” diyen dünyanın temel değerlerine yönelik bir sorgulamaydı. Ancak ırkçılığı yenmenin yolu savaş değildi. Edebiyatın düş gücünü geliştirdiğine ve çatışmalardan uzaklaştırdığına inanan Lessing, sanat yoluyla tüm insanlığın evrensel barış idealine ulaşacağını düşünüyordu. İlk gençlik yıllarından itibaren eserlerini incelediği Dickens, Stendhal, Tolstoy, Dostoyevski gibi büyük yazarlara hep bu gözle baktı. Irkçılığın getirdiği yıkımların son bulduğu, adaletin temel değer haline geldiği yeni bir dünyanın özellikle edebiyat yoluyla inşa edileceğine yürekten inandı. Dönemin toplumcu gerçekçilik akımında ismi öne çıkmaya başladı. 

Sömürünün her çeşidine karşı çıkan Doris Lessing‘in Rodezya’nın ücra bir kasabasında geçen ilk gençlik yıllarını, hayat mücadelesini, II. Dünya Savaşı atmosferini anlattığı öyküleri ve romanları beklediğinden de fazla ilgi gördü. Bu ilginin en önemli nedenlerinden biri, okurda yarattığı gerçeklik duygusuydu. Başka bir deyişle okur, Lessing‘in anlattıklarını adeta kendi başından geçiyormuş gibi sahiplendi. Özellikle karakterlerin duygu dünyalarını anlatmadaki başarısı, onlarla en naif şekilde bağ kurmayı sağlıyordu. Böylelikle Lessing geniş kitlelere ulaşıyordu. Eserlerinde her türlü eşitsizliği konu edindi. Yazar olmanın aynı zamanda da topluma önderlik eden bir aydın olmak anlamına geldiğini düşünüyordu. Bu nedenle 19. yüzyıl romancılarının kullandığı klasik üslup ve etkin anlatıcı konumuyla yazdı. Gerçekliğin parçalı görünümlerini sunmaya çalışmak yerine bütünselliğini gözetti. Tek solukta okunan romanlarının alt metinlerinde, toplumsal çelişkilerin derinliklerine uzanan eleştiriler yaptı. Ölümünden kısa bir süre önce İngiltere’nin kendisine sunmak istediği tüm ayrıcalıkları ve unvanları reddetti. Sade bir vatandaş olarak hayata gözlerini yumdu. 

Doris Lessing’in Kedilere Yönelik Tutkusu

Hayatı boyunca çok sayıda kedisi olan Doris Lessing, kedilere karşı hep yoğun bir sevgi duydu. Nitekim çocukluğundan itibaren hep kedilerle iç içe yaşadı. Böylelikle sürekli onları gözleme fırsatı buldu. Lessing için kediler, yalnızlığı unutturan en güzel hayvanlardı. Eserlerinde kedilere dair pek çok gözlemini paylaştı. Üstelik kedilere sadece romantik bakış açısıyla yaklaşmadı. Aynı zamanda da bilim insanı titizliğiyle kedi davranışlarını gözlemledi. Başta Kedilere Dair isimli eseri olmak üzere birçok eserinde kedilerin yaşamına nasıl girdiğini, bir arada nasıl yaşadığını, gördüğü kedi ölümlerini paylaştı. Böylelikle birçok yazara ilham veren kedi davranışlarına ışık tuttu. Kedileri anlatırken, her kediyi kendine özgü bir özelliğiyle anlattı. Yani kedileri bir birey gibi ele aldı. Örneğin bahçesine sahip çıkan çiftlik kedisi, ciğerden başka bir şeye tenezzül etmeyen şehir kedisi ve benzeri tespitleri kedi severlerin kedileri daha iyi tanımalarına katkı sağladı. Hayatına giren kedilerin çokluğu ve farklılıkları Doris Lessing‘in gözlem gücünü güçlendirici bir rol üstlendi. 

En Güzel 5 Doris Lessing Kitabı

Söz konusu olan Doris Lessing gibi dünya edebiyatı içinde en önemli isimlerinden biri olunca, aslında ne söylesek az kalır. Doris Lessing‘in hayatını ve sanat anlayışını kısa bir blog yazısına sığdırmaya çalışırken ister istemez birçok konuyu kısaca özetlemekle yetiniyoruz. Yazımızın bu kısmında, Doris Lessing‘in eserleriyle henüz tanışmamış okurlarımız için en güzel 5 Doris Lessing kitabı tavsiyesinde bulunacağız. Bu kitaplar Altın Defter, Şikeste, Büyükanneler, Son Aydınlık Yaz ve Beşinci Çocuk isimli kitaplarıdır. Bunların yanı sıra Lessing‘in Türkçeye çevrilen birçok eserini piyasada bulabilirsiniz. Nitekim Lessing, Türkiye’de özellikle yakın dönemde çok sevilen bir isim haline geldi. Aslında eserleri 1990’lardan itibaren çevrilmeye başlanmıştı. Ancak 2006 yılında Orhan Pamuk‘a verilen Nobel ödülünü bir yıl sonra kazanması, ülkemizde Doris Lessing isminin popülaritesini arttırdı. 2007 yılından itibaren diğer eserleri de dilimize hızla çevrilmeye başlandı. Yakın dönemde mesela Kedilere Dair ve On Dokuz Numaralı Oda gibi eserleri de geniş kitlelerin dikkatini çekmeye başladı. 

Doris Lessing‘in tüm eserlerinde, kendi hayatının yol haritasını çizen kadın kahramanlar görüyoruz. Kendilerine çizilen sınırları aşan kadın kahramanlar, bu süreçte akıl yerine duygularını rehber ediniyor. Nitekim Lessing, kadınlar için duyguların ayartıcı değil, kurtuluş yolu olduğuna inandı. Bu bağlamda örneğin Martha Quest de Lessing‘in önemli bir romanıdır. Romanda Martha‘nın evliliği, kolonideki diğer kadınlar gibi olmayacağı bilinciyle yaptığı bir evlilikti. Kolonide erkekler için hayatın anlamı, devlet memurluğunda yükselip iyi bir maaşa sahip olmaktı. Diğer taraftan kadınlar ise çocuk yapıp anne olmayı hayatın anlamı olarak görüyordu. Martha, 50’sine geldiğinde gelenekçi ve hoşgörüsüz bir kadına dönüşeceğini düşünür. Bu hayattan kurtuluş için tek şansı, bavulunu hazırlayıp arkasına bile bakmadan evi terk etmektir. Lessing‘e göre modern toplum, akıl üzerine inşa ettiği kimliklerle duyguları bastırarak kadın özgürlüğünü ortadan kaldırdı. Dolayısıyla Martha Quest ve diğer tüm kahramanlarıyla Lessing, baskı altına alınmak istenen duyguların kadın özgürlüğü konusunda kurtuluş yolu olduğuna inandı. 

Altın Defter

Doris Lessing denildiğinde akla ilk gelen eser şüphesiz ki Altın Defter‘dir. Keza bu eser Lessing‘in Nobel‘i kazanmasındaki en önemli nedenlerden biriydi. Kadınların yaşam deneyimlerini anlatan bu eser, Doris Lessing‘in dünya genelinde en çok okunan eserleri arasında ilk sırada yer alıyor. Bilindiği gibi 19. yüzyıl romanları, etik inançlar ikliminin bir yelpazesini sunuyordu. Bu iklimi 20. yüzyılda vicdani ideolojilerle bağdaştırmaya çalışan isimlerden çok azı, dünya çapında kendisini kabul ettirmeyi başardı. Bu bağlamda Lessing, Altın Defter‘le bu iklimi ırklar arası eşitlik ve kadın sorunu bağlamında başarılı bir şekilde yansıttı. 700 sayfalık bu dev eser, aynı zamanda da Lessing‘i “feminizmin ikonu” haline getirdi. Fakat kendisi “feminizmin ikonu” olduğunu kabul etmedi. Çünkü cinsiyetler arası mücadeleyi yaşamın en önemli sorunu olarak görmedi. Ancak feminizmin güçlü olduğu dönemlerde feministlerin sıkça atıf yaptığı bir yazar haline geldi. Bu eser ayrıca Fransa’nın en prestijli ödüllerinden biri olan Médicis Étranger Ödülü‘ne layık görüldü. 

Bu eserinde Lessing, bir kadının hayatındaki tüm evreleri, kimliğinin nasıl şekillendiğini, ne tür çatışmalar yaşamak durumunda kaldığını eşsiz bir naiflikle anlattı. Özellikle yaşamın çökmekte olduğu duygusu, kadınların bu çöküş içinde kendilerini anlamlı hissetme çabaları gibi temalarla okurlar üzerinde derin izler bıraktı. Üstelik kadınların öfke ve saldırganlıklarını betimlerken “kadınsılık” gösterme zorunluluğu hissetmedi. Böylelikle kadınların erkekler kadar cesur olabileceğini gösterdi. Bu nedenle bazı çevreler tarafından birçok eleştiriye maruz kaldı. Fakat bu eleştirilere, erkeklerin kadın dünyasını anlamada yetersiz kaldıklarına yönelik gözlemleriyle cevap verdi. Diğer taraftan, Altın Defter‘deki kadın kahramanların önemli bir özelliği daha vardı. Erkek dünyasına “ötekileştirmeci” bir anlayışla değil, eşitlikçi bir anlayışla bakıyorlardı. Bunun da en önemli nedeni, Doris Lessing‘in hayatı boyunca hep “öteki” olarak yaşamış olmasıydı. Nitekim hem İran’da, hem Güney Rodezya’da, hem de Londra’da hep bir “öteki” olarak yaşadı. Bu yönüyle Altın Defter, “ötekileştirme” karşıtı bir “öteki”nin özgürlük, hak ve eşitlik arayışını yansıtmakta. 

Şikeste

En güzel 5 Doris Lessing kitabı listemizin ikinci sırasında Şikeste var. Bu kitap aslında birbirinden bağımsız olarak da okunabilecek beş kitaplık Argos’taki Kanopus Arşivleri serisinin ilk kitabı. İlk baskısını 1979 yılında yapan bu kitap, bilimkurgu türünde Doris Lessing isminin öne çıkmasını sağladı. Kitabın birçok bölümünde, Soğuk Savaş döneminin çıkar çatışmalarına ve özellikle yarattığı felaketlere göndermeler mevcut. Şikeste‘yı kısaca özetlemek gerekirse şunları söyleyebiliriz. Galaktik bir imparatorluk olan Kanopus, bir diğer galaktik imparatorluk olan Sirius‘la birlikte evrendeki çeşitli galaksileri kolonileştirir. Fakat Kanopus ile Sirius arasında bazen rekabet, bazen işbirliği vardır. Üstelik gezegenlerin kaynaklarını birlikte kullanırlar. Bunun karşılığında kolonilerle kendi bilgi birikimlerini paylaşırlar. Kanopus‘un kolonyal bakış açısı karşılıklı gelişim ilkesine dayanır. Milyonlarca yıllık imparatorluk geçmişi içinde Kanopus, en yüksek verimliliğe Rohanda gezegeninde ulaşır. Sözcüğün anlamı da zaten verimli demektir. Gezegenin kolonileştirilmesi görevi Johor‘a verilir. Kitabın büyük bölümü, gelecek nesillerin faydalanması için Johor tarafından yazılan raporlardan oluşmakta. 

Kanopus ile Rohanda arasındaki ilişkinin sağlıklı şekilde devam etmesi için yapılması gereken bazı işler vardır. Fakat galaksinin sömürgeci imparatorluğu Puttiora‘nın kötü şöhretli Şammat gezegeni Rohanda‘nın kaynaklarının peşindedir. Bu nedenle Şammat‘tan gelen ajanlar, Rohanda‘yı kendi yanlarına çekebilmek için Kanopus‘u kötüler, aralarındaki bağları zayıflatmaya çalışır. Sonuç olarak Rohanda‘da düzen bozulur. Nitekim Rohanda artık Şikeste haline gelmiştir. Şikeste sözcüğü Farsça bir sözcüktür; “kırılmış”, “yenilmiş”, “yenik düşmüş” gibi anlamlara gelir. Şammat ajanlarıyla Rohanda‘da kardeş cinayetleri başlar. Dahası insanlar kendilerine tanrılar yaratır. Aradan yüzlerce yıl geçtikten sonra beyazlar siyahları köleleştirir. Böylelikle fitne ve fesat artar. Şammat‘ın Rohanda‘daki sömürüsü arttıkça kargaşaların şiddeti de artar. Bu çerçevede Şikeste romanında pek çok farklı anlam katmanı mevcut. Başka bir deyişle, metni her okuduğunuzda yeniden yorumlayabilirsiniz. Bu sayede farklı siyasal, ekonomik, kültürel olgularla ilişkisini kurabilirsiniz. Doris Lessing‘in yaşamı içinde tanık olduğu olaylar Şikeste‘de farklı bir gözle analiz ediliyor. 

Şikeste’nin Öğrettikleri

Doris Lessing‘in Şikeste‘si sadece bilimkurgu türü için değil, aynı zamanda ekonomiden siyasete, tarihten sosyolojiye kadar pek çok alan için de önemli bir eserdir. Şikeste‘deki tarihsel, toplumsal, siyasal analizler kitabın birçok bakımdan önemli hale gelmesini sağladı. Galaktik imparatorlukların kolonileşme faaliyetleri sırasında gerçekleşen olaylar, Şikeste‘yi kültürler arası çalışmalar için de önemli hale getirdi. Lessing‘e göre insanoğlu, en yakın olduğu şeylerin kusurlarını görmede zafiyet içindedir. Bir şeye objektif bakabilmemiz için ona uzak bir mesafeden bakmalı, onu tüm boyutlarıyla görmeye çalışmalıyız. Şikeste‘nin esas amacı da buydu. Yani dünyaya ve insanlara olabildiğince uzak bir noktadan bakıp iyi ve kötü tüm özelliklerini göstermek. Bu yolla Lessing, hatalardan ders çıkarma gereğine dikkat çekti. Bununla birlikte, Şikeste‘yi yayınladıktan sonra birçok çevreden tepki aldı. Bu tepkiler bir taraftan bilimkurgu gibi özel bir uzmanlık gerektiren bir alana el atmış olmasından kaynaklanıyordu. Bir taraftan da insan doğasına karşı aşırı bir iyimserlik duymakla eleştirildi.

Şikeste‘de on binlerce yıl süren bir akışta okur, hikayenin tüm detaylarını öğrenme merakı hissetmekte. Nitekim örneğin dinlerin kaynağının Kanopus olduğu ifade ediliyor. Kanopus, insanlardan umudunu kesmeden onları doğru yola sevk etmeye devam ediyor. Fakat Şammat‘ın etkisiyle insanlar her defasında yoldan çıkıyor. Kanopus‘un hikayesinde dikkat çeken noktalardan biri de devlere ve insanlara Şammat‘tan başlangıçta hiç bahsetmemesi. Yani Kanopus, bu tehlikenin ileride oluşabileceğine ihtimal vermeyerek planlarını eksik kurguluyor. Devler ve insanlar, iyi ahlak üzere yaşamlarını inşa ediyor. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmeden yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu nedenle Şammat, insanları yoldan çıkarmada zorluk çekmiyor. Şikeste‘ye yönelik eleştirilerde özellikle bu nokta birçok tartışmaya konu oldu. Serinin ikinci kitabı Evlilikler isimli kitabıydı. Burada Lessing, anaerkil bir medeniyet ile ataerkil bir medeniyeti çeşitli bakımlardan karşılaştırdı. Aynı zamanda da kendisine yapılan eleştirilere farklı açılardan cevaplar verdi. Serinin üçüncü kitabı olan Sirius Deneyleri‘nde ise gerçekler ile görünenler arasındaki farklılıklara odaklandı. 

Büyükanneler

En güzel 5 Doris Lessing kitabı listemizin üçüncü sırasında Büyükanneler var. Lessing‘in Büyükanneler kitabı, dört uzun öyküden oluşmakta. Bunlardan her biri, en güzel kısmında yarım kalmış aşkları anlatmakta. Fakat yarım kalmış duyguların gelecek zamana uzanamamış olması, okuru yaşanmamış bir geleceğe dair nostaljiye sürüklüyor. İlk öykü olan Aşk Çocuğu‘nda, Donald ve James isimli iki çocukluk arkadaşının bir tren istasyonunda tesadüfen karşılaşıp birbirlerinin kaderlerini nasıl etkilediklerini okuyoruz. James ve Daphne, II. Dünya Savaşı döneminde trajik bir aşk yaşamıştır. James ordudayken dünyaya gelen çocuk, baba özlemi içindedir. Ancak James ülkesi için savaşırken Daphne başkasıyla evlenir. Bunun üzerine James‘in yaşadığı hüzün, okurun aile ve sadakat kavramlarını sorgulamasını sağlamakta. İkinci öykü olan Victoria ve Staveney Ailesi isimli bölümde, Victoria isimli melez bir genç kızın soylu bir ailenin oğullarından biriyle yaşadığı ilişkiyi okuyoruz. Victoria‘nın çocukluğundan otuzlu yaşlarına kadar geçirdiği süreçler, ilişkisini çözümlerken ona eşlik ediyor. Aynı zamanda da değer yargılarından kurtulmasını sağlıyor. 

Kitaba ismini veren Büyükanneler‘de ise biraz “marjinal” bir konuyla karşılaşmaktayız. Nitekim bu öyküde, orta yaşa doğru yol alan iki kadının birbirlerinin oğullarına aşık olma süreçlerini okuyoruz. İki iyi arkadaş olan oğulları da birbirlerinin annelerine aşık oluyor. Bu öyküde Doris Lessing, özellikle aile kurumunda kadının konumunu sorgularken aşkın kural tanımazlığına dikkat çekiyor. Kitabın son öyküsü ise Bunun Nedeni ismini taşımakta. Bu öyküde, eski uygarlıkların kalıntılarını inceleyen arkeolojik kazılardan geçmişin sorgulanmasına, bir iz bırakmadan geçip giden zamanın sanki hiç yaşanmamış hale gelmesine tanıklık ediyoruz. Metaforlarla örülü bu öykü pek çok alt metne sahip. Dört öykünün de ortak özelliği ise yarım kalan aşk hikayelerinin okurun zihninde sürmeye devam etmesi. Bu yüzden, kitap bittikten sonra okur yaşanmamış bir geleceğe nostalji duymaya başlıyor. Karakterlerin bastırdıkları duyguları paylaşmak, onlarla ortak bir yaşam deneyimine sürüklüyor. Benzer bir durumu Doris Lessing‘in en beğenilen kitaplarından biri olan Son Aydınlık Yaz‘da da görmekteyiz. 

Son Aydınlık Yaz

En güzel 5 Doris Lessing kitabı listemizin dördüncü sırasında Son Aydınlık Yaz var. Eserde başrolde okuduğumuz Kate Brown 45 yaşında, evli ve dört çocuk sahibi orta sınıf bir kadındır. Eğitimini yarıda bırakarak genç yaşta evlenen Kate‘in çocuklarından Stephen 23, Eileen 22, James 21, Tim ise 19 yaşındadır. Kocası yokken çocukların tüm sorumluluğu Kate‘in üzerindedir. Bu nedenle yaptığı fedakarlıklardan dolayı kendisiyle gurur duyar. Fedakarlık yapmasaydı çocuklarının şimdiki gibi olmayacağına inanır. Ancak aile üyelerinden istediği takdiri göremez. Oysa verdiği emeğin saygı görmesini ister. Bunu bulamayınca ailesinden uzaklaşmaya, bir tür yabancılaşma yaşamaya başlar. Bu fedakarlıkları yapmasaydı neler olabileceğini bile şimdiye kadar düşünmemişken artık işler değişmeye başlar. Nörolog kocası, bir proje için o yaz 3 aylığına ABD’ye göreve gider. Kendisi başarılı bir doktordur ve pek çok ülkeden uluslararası davetler alıp konferanslar verir. Fakat bu sırada tesadüfen gelen bir iş teklifiyle Kate‘in hayatında büyük bir dönüşüm başlar. 

Uluslararası bir kongrede çevirmenlik yapmaya başlayan Kate, çevirmenliğin yanı sıra organize etme becerisiyle de yöneticilerin dikkatini çeker. Bunun üzerine kongreyi düzenleyen örgütün daimi temsilcisi olması teklif edilir. Bu sırada Amerikalı Jeffrey‘le tanışır. Hemen ardından birlikte İspanya’ya giderler ve ilişki yaşamaya başlarlar. Bu ilişki sırasında Kate, yaşlı kadın-genç erkek ilişkisi dahil olmak üzere tüm ilişkilerini yeniden sorgular. Fakat yaşadığı içsel dönüşüm konusunda kararlı değildir. Evini terk edip Jeffrey‘le tatile çıkmanın yarattığı suçluluk duygusundan kurtulamaz. İspanya’da zamanını geçirdiği köy, tutucu insanlardan oluşan bir köydür. Bu ortamda hayatına dair yaptığı sorgulamalar, kendisiyle ilgili ürkekliği üzerinden atmasını sağlar. Artık daha cesur adımlar atmaya karar verir. Hayatı boyunca kendisini sürekli hem şık ve güzel olmak, hem de çocuklarıyla ilgilenmek zorunda hissetmiştir. Bu nedenle sabır, özdisiplin, otokontrol, özveri gibi kavramları hayatının temel amacı haline getirmiştir. Şimdi ise genç sevgilisini hasta olduğu halde terk edip Londra’ya döner. Hayatına yeni bir gözle bakar. 

Son Aydınlık Yaz’ın Öğrettikleri

Kate Brown karakteri, Doris Lessing‘in kadın sorununa bakışını yansıtan en önemli karakterlerinden biridir. Nitekim Kate Brown, hayatını hep başkalarının isteklerine göre şekillendirmek durumunda kalmıştır. Bu yönüyle modern toplum düzenine özgü tüm yabancılaşma çeşitlerini yaşamıştır. Hayatı kendi rutinleri içine o kadar sıkışmıştır ki evdeki varlığı adeta hissedilemeyecek kadar silikleşmiştir. Hatta kendisini katlanılması gereken yaşlı bir dadı gibi görür. Oysa Kate‘in Jeffrey‘e yönelik ilgisi sıradan bir aşkın ötesinde, yabancılaşmalardan kurtulup varoluşunu keşfetmesini sağlar. Yani Jeffrey‘le birlikte özgürlüğünü eline alır. Ancak özgürlüğün ağırlığına dayanamaz. Jeffrey‘in uzun süren hastalığı Kate‘i her bakımdan yorar. Böylelikle ani bir kararla Londra’ya döner. Fakat eve gitmek de istemez. Bir oda kiralar ve yeni ev sahibi genç Maureen‘le dostluk kurar. İçindeki annelik duygusu Maureen‘le yeniden ortaya çıkar. Çünkü Maureen ona kızını hatırlatır. Bu kez de farkında olmadan Maureen‘e annelik yapmaya başlar. Hatta daha önce şikayet ettiği hayatı özlemeye başlar. 

Romanda Kate Brown, Maureen‘in düzenlediği bir parti sırasında orayı sessizce terk eder ve evine döner. Şu farkla ki, artık daha az fedakarlık yapmaya karar verir. Bundan sonra fedakarlıktan ziyade özgürlüğü ön planda tutacak bir anne olacaktır. Kate Brown‘un yaşadığı bu dönüşüm, kadın sorunu bağlamında önemli mesajlar içerir. Jeffrey‘le ilişkisi sayesinde kendi varoluşunu duyumsayan Kate, ailesine karşı sorumlulukları ağır basınca Jeffrey‘i terk eder. Ailesine karşı sorumluluklarını artık bir rutin olarak değil, varoluşunun bir parçası olarak özümser. Daha önce takdir edilmek istediği için yaptığı işleri artık onlar takdir etse de etmese de kendi varoluşunun gereği olarak yapacaktır. Dolayısıyla bu ince çizgide Doris Lessing, aslında aile kurumuna karşı düşmanca bir tutum sergilemez. Son Aydınlık Yaz‘da aile kurumunun kadın özgürlüğüne zarar vermeden nasıl inşa edilebileceğine dair önemli değerlendirmelerde bulunur. Romandaki hüzün ve kaybetme korkusu, yeni bir gelecek inşa etme çabasına dönüşerek okura umut verir. 

Beşinci Çocuk

En güzel 5 Doris Lessing kitabı listemizin beşinci sırasında Beşinci Çocuk var. Sahip olduğu küçük hacminde büyük sorularla karşı kaşıya getiren bu eser, Doris Lessing‘in özellikle yakın dönemde en beğenilen eserlerinden biri haline geldi. Eserde Harriet ve David çifti, çok çocuklu geniş bir aile hayal eder. Ancak bu hayalleri birbirlerine olan sevgilerinin bile ötesine geçer. Nitekim adeta böyle bir aile kurmak için birlikte olmak isterler. Çocuk sayısının 6 veya 8 olmasını düşlerler. Yakın çevreleri bile bu fikre sıcak bakmazken onlar bu hayali tüm benliklerinde hissederler. Çiftin peş peşe dört çocuğu olur. Bu süreçte Harriet‘ın bedeni çok yıpranır. Üstelik David de evi geçindirmede zorluk çekmeye başlar. Fakat yine de kurdukları hayalden vazgeçmezler. Ne var ki beşinci çocukla birlikte büyük bir şok yaşarlar. Çünkü Ben isimli beşinci çocuk, diğerlerinden çok önemli birtakım farklara sahiptir. Ben‘i annesi “ecinli”ye benzetir. Babası ise “Benim çocuğum olamaz” diyecek kadar ileriye gider. 

Özel bir çocuk olan Ben‘in doğumuyla birlikte Harriet ve David‘in mutlu aile hayalleri sona erer. 1960-1975 yılları arasında geçen bu roman, mutluluğun ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Bir taraftan modern insanın aile kurumuna verdiği önemi anlatır. Bir taraftan da bu önemin ardına gizlenen önyargıları, mükemmellik idealini, tutuculuğu eleştirir. Modern insan için mükemmellik öyle bir saplantıdır ki, Ben‘in neye benzediğine karar veremezler. Bir tür “uzaylı” olduğunu düşünürler. Hatta “hayvan” olduğunu bile iddia ederler. Bu bağlamda Ben aslında, modern insanın çirkin yüzünün bir aynası haline gelir. Gerçekte Ben, günümüzde otizm olarak bilinen sağlık sorununa sahiptir. Ancak romanın geçtiği yıllarda henüz otizm kavramı bilinmiyordu. Bu nedenle kitap içinde otizm sözcüğü geçmez. Fakat ailenin konuya bakışındaki çirkinlik, okurların “öteki”yle güçlü bir empati kurmasını sağlar. Şekilci bir modernizm anlayışını eleştiren Beşinci Çocuk, modern toplumlarda devam eden ötekileştirmeye meydan okuyan bir manifesto olarak da değerlendirilebilir. 

Beşinci Çocuk’un Öğrettikleri

Doris Lessing‘in bu eseri, korku edebiyatı klasiklerinden Rosemary’nin Bebeği‘ni biraz hatırlatıyor. Fakat romanda Ben, Şeytan‘ın bedene bürünmüş hali olarak değerlendirilmiyor. Doğaya meydan okuyan Harriet ve David‘e doğanın verdiği cevap olarak kaşımıza çıkıyor. Ayrıca güzel zamanlarda ailenin yanında olan akrabalar, Ben‘le karşılaştıklarında ailenin bir daha yanına bile yaklaşmak istememekte. Romanda bu durum, modern toplumda mutlu aile yapısının ne kadar samimiyetsiz olduğunun bir ifadesi. Dolayısıyla Beşinci Çocuk okuyuculara biraz “vahşi” görünüyor. Keza kurguda genel olarak hüzün ağır basmakta. Kadınların cadılıkla itham edilerek yakıldığı günler geride kalmıştır. Ancak modern dünyanın Ben gibi özel çocuklara merhameti yoktur. Modern toplumun yücelttiği “kusursuzluk”, Ben‘e karşı vahşice duyguların açığa çıkmasına neden olur. “Kusursuzluk” penceresinden bakıldığında Ben bir tür “yazılım hatası”dır. Bu yönüyle roman, insanı yücelttiği düşünülen Batı toplumlarında “özel” insanlara yönelik ayrımcılığın açık bir ifşası niteliğinde. Okurken bir taraftan insanın içini acıtıyor. Bir taraftan da empati yeteneğimizi geliştirmemizi sağlıyor. 

Tüm okurlarımıza sağlıklı, keyifli ve bol kazançlı günler diliyoruz… 

İlgili yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir